#anthon chekhov
Explore tagged Tumblr posts
Photo
Kanatlarını kırdılar martının, kestiler sesini, sonra doldurdular içini... O ise hâlâ göçe niyetliydi. Ve sonunda göçüp gitti.
4 Aralık 2017 günü bir “Martı” yolculuğuna çıktım. Çehov’un, anlamadığım bir şekilde, dünyada en çok sahnelenen eserlerinden biri olan (hatta bu sene vizyona girecek yeni versiyon bir filmi bile var) ve ülkemizde de her sene en az iki farklı ekip tarafından temsil edilen, Serdar Biliş tarafından günümüz diliyle uyarlanan Pürtelaş Tiyatro’nun Zorlu PSM’de sahnelenen Martı oyununa gittim.
Deneyimlediğim tecrübeyi bir yolculuk olarak adlandırıyorum çünkü her şeyden önce sadece oyunu izlemek için Ankara’dan İstanbul’a “uçup” döndüm :)
Yıllar önce Devlet Tiyatroları’nda izlediğim, metnini okuduğum ve çeşitli uluslararası temsillerini YT’den izlediğim Martı hakkında çoktan belli bir bilgi birikimine ve düşünceye sahiptim. Ancak bu yolculuğa tekrar çıkmamın öncelikli sebeplerinden biri çok sevdiğim Boran Kuzum’u (hemşomu) sahnede izleme hevesim oldu. Daha sonra ise oyunun günümüze uyarlama olması, ana castta Tilbe Saran ve Gonca Vuslateri gibi çok sevdiğim iki kadın oyuncunun bulunması ve Boran’ı bu iki oyuncu ile izleyecek olmak beni hayli heyecanlandırdı. Açıkçası oyunu izlemeden, yapılan reklamlardan ve paylaşılan fotolardan ötürü Pürtelaş’ın Martı’sı için de epey düşünceye sahip olmuştum. Bazı şeylerin hevesimi kırdığını da belirtmem lazım. Yine de tüm bildiklerimi ve olumlu-olumsuz tüm düşüncelerimi bir kenara bırakarak tamamen objektif bir gözle oyunu izledim.
(Yazının bundan sonrası SPOILER içerir)
Zorlu PSM’deki salona girdiğinizde önce toz duman bir ortam ve bir “Broken Hallelujah” karşılıyor sizleri. Oyunun yönetmeni Serdar Biliş misafirlerini karşılayıp sahnenin sol üst tarafındaki “DJ standı”nda alıyor yerini.
Sahnenin dört taraflı ve her taraftan giriş çıkışlara sahip olması ile hemen arka tarafında asılı duran röntgenler dikkatinizi çekiyor ilk önce. Çehov oyunlarında / metinlerinde sıklıkla görülen absürt ve simgesel yaklaşım önce röntgenler aracılığı ile sahnede yerini buluyor. Öyle ki, kafatası röntgeni bana hemen Van Gogh’un “Sigara İçen Kafatası” resmini hatırlattığından oyun boyunca bu röntgenler nasıl kullanılacak diye dikkat etmeye çalıştım. Oyun ilerledikçe karakterler de ekrana yansıtıldı. Ama ben en sonunda fovizm akımında olduğu gibi özgür kompozisyonlar yaratmayı yani röntgenlerin Treplev’in yeni biçimler oluşturma arayışını temsil ettiğini düşündüm. Öte yandan sahnede ve ışıklarda kullanılan parlak renkleri de katarsak Serdar Biliş’in de kendini Treplev yerine koymuş olduğunu ve uyarlamayı yaparken yeni biçimler oluşturmayı istemiş olduğunu düşünmedim değil... Ve beğenmediklerim, rahatsız olduklarım olsa da uyarlamayı birçok yönden başarılı bulduğumu söyleyebilirim.
Sahne kah oyunun içindeki oyun sahnesi, kah bir plaj, kah bir salon veya çalışma odası oluyor. Sahnenin dört taraflı olması tekniği daha önce kullanıldığından bir yenilik olarak görmedim ancak en sonunda oda içinde oda olarak kullanılması güzel bir uyarlama idi. Sebebine yeniden değineceğim. Arasız ve yaklaşık 100 dk süren oyunun temposu sürekli değişiyor ve sizi gerçekten bir yolculuğa çıkarıyor. Yalnız temponun düştüğü zamanlarda Martı sizi bırakıp giderken oyunun temposunun yüksek olduğu anlarda ise sizi gerçekten sarsabiliyor. Bu dengenin daha iyi kurgulanmış olmasını dilerdim.
İlk sahne, oyun içindeki oyun ile başladığından baştaki konuşmalar oyuncuları alıp sanki kendi oturma odanızdaymışçasına bir rahatlık hissine kapılmanızı sağlıyor. Gerisinde ise iletişimsizliği, uyumsuzluğu, karşılıksız aşkın acısını, aşk sanılan şehvet ve hırs gibi farklı hisler içerisindeki kayboluşu, yeni biçimler ararken kabuğundan kurtulan bir başkalaşımı değil de kabuğuna iyice çekilip yitip gitmeyi izliyorsunuz. Martı, temelde Nina karakteriyle özdeşleştirilse de aslında tüm karakterler içinde farklı biçimlerini görüyorsunuz, ki açıkçası ben en çok Treplev’de vücut bulan yansımasından etkilendim. Uçmayı öğrenmeden göçmek zorunda kalan kuşlar gibi yalpalayan, zorlanan, kendini kabul ettirmeye çalışan karakterlerle izleyici olarak muhakkak sizin de özdeşleştidiğiniz yanlarınız olduğunu fark ediyorsunuz.
Sahnedeki “tanrıça” Tilbe Saran.
Oyunculuklar açısından benim için sahnede en çok ağırlığını hissettiren ve gözlerimi kamaştıran isimler hiç yanılmadığım bir biçimde Treplev’in annesi ve diva aktrist Arkadina rolündeki Tilbe Saran ile, tam anlamıyla karaları bağlamış belki de hem oyunun hem de günümüzün en gerçekçi tiplemelerinden biri olan Mâşa’ya hayat veren Gonca Vuslateri oldu.
Tilbe Saran sahnede hem canlandırdığı figür hem de oyunculuğu ile adeta bir tanrıça gibi göründüğünden, Arkadina’nın sahnedeki “Ben tanrıça değilim, kadınım!” repliği aklıma kazınan repliklerden biri oldu. Çıkışta da Tilbe Hanım’ın yanına gidip tanışma imkânı yakaladığımda tüm içtenliğimle bu düşüncemi kendisine belirttim “Arkadina böyle demişti ama siz sahnede adeta bir tanrıça gibiydiniz”... ;)
Öte yandan, Mâşa’nın karalara bürülü ruhu ise Gonca Vuslateri’nin oyuncluğu ile sizi de içine çekiyordu. Hayatının yasını tutmasıyla, yaşadığı karşılıksız aşkın acısıyla, yapmış olduğu alelade evlilikle gerçekten günümüze en çok temas eden karakterlerden biri haline geliyor Mâşa. Üstelik Gonca’nın sesiyle de izleyiciyi avucunun içine aldığını, seslendirdiği şarkıyla da beni çok etkilediğini söylemek isterim.
Diğer zevkle izlediğim oyuncular ve karakterler ise; replikleri ve tiradı kesilmiş olmasına rağmen Boran Kuzum’un sahnede ağırlığını hissettiren Treplev’i, Serdar Orçin’in canlandırdığı Dr. Dorn ve Şerif Erol’un canlandırdığı Treplev’in dayısı Sorin oldu. Boran’ın bu söylediğim oyuncularla olan sahnelerine ise gerçekten bayıldım, özellikle de annesi rolündeki Tilbe Hanım’la etkileşimini, yükselmesini zevkle izledim.
Fırat Tanış sahnede izlemek istediğim diğer oyunculardan biriydi, ancak Fırat Bey Trigorin-Arkadina sahnelerinde yükselebilirken, Nina’yı canlandıran Ecem Uzun ile olan sahnelerinde rahatsızlık duygusu öne geçtiğinden maalesef zevkle izlenemiyordu. Maalesef, bana göre, Nina karakterinin sorunlu uyarlanmış olması da oyuncu seçimi de buna sebep. Zira, Nina ve Treplev sahnelerinde de, Nina’nın plaj sahnelerinde de aynı rahatsızlığı ister istemez hissediyorsunuz.
Son olarak, sahne giriş çıkışlarındaki oyuncuların etkileşimi ya da etkileşimsizliği nedeniyle de izleyicide kafa karışıklıkları oluştuğunu gözlemledim. Buna daha çok dikkat edilmesi sahnenin kullanımı açısından pozitif bir etki bırakırdı, şimdi ise birbirleri hakkında konuşurken yüzyüze gelip birbirlerini görüp görmedikleri anlaşılmayan karakterleri içeren kesitler izlemiş oluyorsunuz. Dört tarafın kullanılabiliyor olması ne kadar güzelse bu etkileşimlerin kafa karıştırıcılığı o kadar dikkat dağıtıcıydı. Müzik ve ışık kullanımlarını da genel olarak beğendiğimi belirtmek isterim ancak ara müziklerdeki uzaylı müziği tarzındaki tınıdan rahatsız oldum. Ve yine naçizane görüşüm, sahne geçişleri de oyuna yedirilseydi daha dinamik bir Martı izlerdik.
Neticede Pürtelaş’ın modern Martı’sı, benim açımdan genel anlamda beğenerek izlediğim bir uyarlama ve performans oldu; klasik versiyonu beni çok içine çekmemişken, uyarlama ile daha çok içine çekildiğim bir dünyada buldum kendimi ve bu yorucu yolculuğa çıktığıma değdiğini hissettim.
Emeği geçen herkesin ellerine sağlık, alkışınız bol olsun!
Dimağımda kalanlar:
En güzel sürpriz: Serdar Orçin’in canlandırdığı Dr. Dorn ve Şerif Erol’un canlandırdığı Sorin (Treplev’in dayısı) karakterleri gerçekten oyunun en güzel sürprizleriydi. Ağızlarından çıkanlar kadar performanslarından da büyük keyif aldım. Çıkışta Şerif Bey ile kısa bir konuşmam olsa da Serdar Bey’i görememenin burukluğunu yaşadığımı belirtmek isterim.
En çok güldüren: Medvedenko karakteri. Mâşa’ya aşık ve daha sonra da onunla evlenen Medvedenko rolündeki Kayhan Açıkgöz’ü de anmazsam olmaz; çünkü para ve hayat ile ilgili söylenmeleri, pısırık halleri günümüze de çok uyduğundan zevkle izlediğim bir performans oldu.
En çok harcanan: Nina karakteri. Nina’nın bir seks objesine dönüştürülerek sahnede rahatsızlık verecek şekilde uyarlanması yanında Nina için oyuncu seçiminin partnerleri olan diğer iki oyuncu yanında çocuk görüntüsü nedeniyle ister istemez hissedilen o rahatsızlık nedeniyle de çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Gerçekten oyunu baltalayan bir seçim olmuş. Oyuncuları öğrendiğimden beri söylediğim şey Nina karakteri için yanlış bir seçim yapılmış olduğu idi, bunun Ecem Uzun’un oyunculuğu ile hiçbir alakası yoktu ama oyunu izledikten sonra seçimin yanlışlığı konusunda maalesef yanılmadığımı gördüm. Uyum yanında oyunculuk olarak da birkaç sahnedeki performansı hariç başarılı bulmadım. Ayrıca, Nina’nın en önemli tiradı gerçekleşirken karakterin neden spotun merkezinde değil kenarında tutulduğunu da anlayamadım. Acaba bir tercih miydi yoksa bir yanlışlık mıydı?
İkinci en çok harcanan ise Treplev karakteri. Treplev’in replikleri azaltılmış, sahnedeki varlığı, oyuncunun karakterin iç dünyasını yansıtma kabiliyetine bırakılmıştı. Bu anlamda Boran Kuzum’un sahnede ağırlığını hissettirebildiğini belirtmiştim, ancak Treplev’in en önemli tiradının, Treplev’in intihara doğru yaklaştığını gösteren sahnenin neden sessizleştirildiğini hâlâ anlayabilmiş değilim. Onun dışında günümüze uyarlama deyince neden karakterlerin küfürlü konuşması gerekiyor onu da hiçbir zaman anlayamayacağım sanırım. Zira uyarlamadaki Treplev’in büyük küfürler ediyor olması da bende rahartsızlık oluşturdu, birkaç sahnede (örneğin Mâşa ile olan sahnesinde) kulaklarımı çok daha fazla tırmaladı, karaktere uyduğunu da düşünmüyorum.
En etkili replik: Dr Dorn’un (Serdar Orçin) “Adalet derin uykuda!” repliği günümüze yapılan en güzel göndermeydi, gerçekten kalkıp ayakta alkışlamak istedim ve bir yandan da trajikomik halimize üzüldüm. Yine aklıma kazınan bir diğer replik de Dr. Dorn’a ait, o da sanatçılarla müteahhitleri karşılaştırması idi. Bu göndermelerin oyuna çok güzel iliştirildiğini düşünüyorum.
En etkili sahne: Treplev’in (Boran Kuzum) intiharı yani final sahnesi. Serdar Biliş’in oyuna kazandırdığı en önemli yeniliklerden biri olarak bu sahneyi görüyorum. Çünkü benim gördüğüm hiçbir versiyonda intihar sahnesi bu kadar merkeze koyulmamıştı. Treplev sessizce (sahne arkasına) başka bir odaya gider ve silah sesi duyulur. Uyarlamada ise sahne iç içe odalar haline geliyor ve Treplev merkeze alınıyor. Treplev’i martı gibi kanatlarını açarken görüyoruz oyunun başındaki kendi oyununu anlatırken, en sonunda ise kendi öldürdüğü martının doldurulmuş halinin Trigorin’e teslim edilmesi ile paralel bir şekilde intihar gerçekleşiyor ve ışık kullanımı da çok yerinde olduğundan sahnenin sizi kendine çeken bir sarsıcılığı oluyor. Ben gerçekten en çok bu sahneden etkilendim, çok güzel bir final sahnesiydi.
En çok etkilenen izleyiciler: Zorlu’dan çıktıktan sonra, bir süre aynı metroda yolculuk ettiğim iki kardeş ve bir anneden oluşan bir aileyi gözlemleme imkânım oldu. Onlar da oyundan çıkmışlardı ve iki kardeş oyun hakkında hararetli bir tartışmanın içine girmişlerdi ancak Martı’daki gibi iletişimsizlik içerisinde laf uzayıp duruyordu. Kısa yolculuğumuz boyunca gerçekten asıl neyi tartıştıklarını hiç anlayamadım ama annelerinin Martı’ya gönderme yapıp “işte iletişimsizlik çağını yaşıyoruz, kaç sene önce Çehov’un yazdığını biz de oynuyoruz, değişen hiçbir şey yok” demesi çok hoşuma gitmişti :)
Son olarak, HiLeon Fandom’a özel bir çift kelam:
En başta belirttiğim gibi ben normalde Ankara'dayım ve tiyatro için gidip geldim. İşim yüzünden kalamadım da, o nedenle çıkışta vaktim azdı. Gitmeden önce Boran ile tanışmayı istediğim kadar, Miray’a sevgi ve selamlarımızı iletmeyi de çok istiyordum ve bunu bir görev gibi üstlenmiştim çünkü maalesef daha önce giden herkesin heyecandan söylemeyi unuttuğunu, ya da akıllarına gelmediğini öğrenmiştim. Miray’ı ve Boran’ı hem ayrı ayrı hem de beraber çok sevdiğim için ikisine hediye olarak çikolata da almıştım; üstüne de kendi hazırladığım fanart’tan kart yapıp koydum, ve ikisine hitaben de “Dünyanın en tatlı partnerleri, ışığınız hiç sönmesin” diye yazdım. Tatlı partnerlere beraber yemeleri ümidiyle tatlı götürdüm yani ;)
Çıkışta Boran’ın başı gerçekten çok kalabalık oldu, herkesle de ilgilendi, kimseyi kırmamaya çalıştı. Gerçekten çok samimi ve mütevazı birisi. Bu nedenle de başı hiç azalmadı. Ben de sadece fotoğraf çekilmeyeceğim için beklemeye karar verdim, ancak dediğim gibi uçağa yetişeceğim için de pek vaktim yoktu. O sırada hem diğer sanatçılarla hem de Boran’ın oyunu izlemeye gelen arkadaşı Anıl ile muhabbet etme fırsatı buldum, öyle ki Anılla kanka gibi olduk. Bekle bekle Boran’ın başındaki “takı sırası” azalmadığından ve belki hiç konuşma imkânım olmaz endişesiyle öncelikle Anıl’a Boran’a iletmesi için söyleyeceklerimi söyledim ve hediyemi de verdim. Epey bir sonra Boran’ın başı biraz azalır gibi oldu, ve yanımıza doğru gelmeye başladı, tabi ben de hemen ona doğru gittim. Bir yandan konuşurken bir yandan da foto çekinmeye çalıştım, o sırada hem Miray’a selam ve sevgilerimizi söyledim hem de hediyeyi söyledim, ikiniz için aldım diye. Boran iki kere teşekkür etti, gülümsedi, niye zahmet etmişsiniz dedi. O sırada Anıl da yanımızda hediyeyi tutuyordu gülümseyerek gösterdi Boran’a. İkisi de çok yakın ve samimiydiler sağolsunlar. Maalesef sonra yine birileri çekiştirdi Boran’ı ve ben daha uzun konuşamadım. Ama en azından Miray’a sevgi ve selamlarımızı iletebildiğim için Zorlu’dan epey mutlu ayrıldım. Umarım düşündüğüm gibi mesaj ve hediye yerine ulaşmıştır ;)
#martı#anton çehov#the seagull#anthon chekhov#boran kuzum#tilbe saran#gonca vuslateri#serdar biliş#serdar orçin#şerif erol#fırat tanış#ecem uzun#kahraman açıkgöz#fanart#gif#mine#hileon#miray daner#miran
22 notes
·
View notes